Lütfü Şahsuvaroğlu
Lütfü Şahsuvaroğlu

Kooperatif

Hasibe, askerden dönen eşinin uyanmaması için ayaklarının ucunda gitti mutfağa. Bir kelebek kadar bile ses çıkarmazdı böyle sekerek yürüdüğü zaman. Hiç ses çıkarmadı bu sefer de, yatak odasından sessizce merdivenlere erişti ve kavisli merdivenlerin yarım daire çizen tırabzanlarına tutunma ihtiyacı duymadan seke seke tuğla camlardan oluşan dış cepheden gelen sokak lambalarının huzmelerinin aydınlattığı basamaklardan aşağıya indi.
İyi ki taşınmışlardı. Bu villanın mutfağı oldukça genişti. Artık iki buzdolabı vardı ve salondakinin haricinde mutfağa sığabilen ayrı bir yemek takımına sahipti.
Kahvaltıyı hazırlamaya girişti.
Kocasının en sevdiği çaylardan bir karışım yapmıştı. Karışımın ana maddesi elbette Çaykur’un filiz çayı idi. Ona birkaç kaşık tomurcuk, biraz kaçak çay, biraz da bergamutlu earl grey atarak bu karışımı oluşturmuştu.
Kocası çayı çok severdi.
12 Eylül 1980 darbesinden sonra Mamak Askeri Ceza ve Tutukevi’nde kaldığı iki yıllık tutukluluk demlerinde de hep çayı özlediğini söylemişti Hasibe’ye…
Hasibe biraz da babasının hatırası olan bir davanın bu yılmaz savaşçısına sanki kromozomları ile birlikte tutulmuştu. Daha çok da onun çay saatlerinde söylediği Mona Rosa şiirine…
Mona Roza okusa yine diye son zamanlarda pek düş görmüştü Hasibe….
Kocasını Mona Rosa okurken okşamak, parmaklarını saçlarında gezindirmek, dizlerine başını yavaşça yerleştirmek ve sonra o mahzûn, melûl bakan gözlerinde erimek Hasibe’nin en büyük tutkusu idi.
Ne de güzel mırıldanırdı hele “Geyve’nin gülleri ve beyaz yatak” derken sondaki k’yı bir terennüm edişi vardı ki… O k ne müthiş bir sesti öyle.. Beyaz yatak kkkk….
Ardından k’daki es yeniden k’ya kavuşurdu. “Kanadı kırık kuş merhamet ister…”
O r’deki duruş ve o uzun hüzün duygusu…
Ahhhh… Gelmeli ardından.
“Ah senin yüzünden kana batacak, Mona Roza siyah güller, ak güller…”
Bundan sonrası okunsa da olur okunmasa da…
Hasibe, pastırmalı yumurta için malzemeleri hazırladı ama ocağa koymadı henüz. Zira pastırmanın kokusuna sevgili eşinin uyanması için erkendi. Domatesleri kocasının istediği biçimde dilimledi. Erzincan’ın tulum peynirini, Maraş’ın yumru peynirini bir de Aksaray’ın küp peynirini üç bölmeli tabağa yerleştirdi. Tam yedi adet zeytini de zeytinyağı soslu, çay bardağı altlığı kadar küçük tabağa koyduktan sonra çayı demledi, artık pastırmalı yumurtayı pişirebilirdi.
Kapılarının önüne kadar gelen servis minibüsünün sesi duyuldu. Komşunun küçük kızı Banu, annesinin onu minibüse bindirmeden kaldırımdan uğurlamasından hiç hazzetmez, bir türlü minibüse başkasının bindirmesini istemezdi. O yüzden şoför kapıda beklemek zorunda kalır, Banu’yu elinden tutup arabasına bindirme hamlesi hep hüsranla sonuçlanır, annesinin kızı oturtup öpücüklere boğduktan sonra uğurlaması ise bu durakta hayli vakit kaybına sebep olurdu.
Hasibe, bir kızı olmasını çok isterdi. Neden oğlundan sonra bir kızı olmamıştı?
Neden olmamıştı, oysa o kadar çok istiyordu ki bir kız sesi evlerini şenlendirsin. Ev işlerinde ona yardımcı olsun. Hasibe, annesi sağken pek annesine yardımcı olamamıştı. İlkokulu köyde Ulukışla’da okumuştu. Ortaokul ve Lise’yi ise babası ölünce amcasının Bor’daki evinde kalıp Bor Lisesi’nde okumak zorunda kalmıştı. Üniversiteyi Ankara’da okuyacaktı. Memleketinden uzakta geçirecekti tahsil hayatını. Ama olmamıştı işte… Liseden sonra okumak için Ankara’ya gelecekti, üstelik Ziraat Fakültesine kayıt da yaptırmıştı… Ama daha ilk yıl annesi akciğer kanseri olmuş, Hasibe de ona bakmaktan başka bir gaile için vakit harcayamaz olmuştu. Sonra da ölüm ayırmıştı annesini bu dünyadan…
Hasibe öksüz ve yetim kalmıştı üniversite macerası başlamadan.
Babası zaten o çok küçükken vefat etmişti. Yüzünü bile hatırlamıyordu neredeyse.
Talih işte kocasını çıkarmıştı karşısına. Bütün dünyası Mehmet Emre idi Hasibe’nin. Mehmet Emre öncesi ve Mehmet Emre sonrası idi hayatı…
+++
Hasibe, pastırmalı yumurtayı hafif ateşe alıp üst kata çıktı.
Kocası mışıl mışıl uyuyordu.
Yanına uzandı.
O güzel yüze bakmaya başladı.
Sanki hiç yaşlanmamıştı.
O yirmili yaşların elma yüzlü genci nasılsa aynıydı bugün de…
Nasıl uyandıracaktı şimdi?
Ne kadar da masum bir yüzü vardı.
O kaşları çatık gibi bilinen sert mizaçlı erkeğin uyurken melekler gibi safiyeti, Hasibe’nin yüzünü ona yaklaştırdı.
Hasibe, yanaklarını erkeğinin yanaklarına değdirmeye çalıştı. Nefesini hissetmişti.
Soluklarını…
Onun horladığını hiç duymamıştı. Erkekler horlamaz mıydı?
En derin uykusunda bile kocasının horladığına şahit olmamıştı. Hoş horlasa ne gam, yine severdi onu… Hatırlamaya çalıştı gerçekten şu ritmik inip kalkan göğüslerin hafif soluk alıp verişlerinden başka bir ses hiç duymamıştı.
Hasibe, “ne güzel uyuyor ama kaldırmak zorundayım” diye düşündü.
Yanağını yanağına yavaşça değdirdi. Erkeğinin hafif aralık dudaklarına kendi dudaklarını iyice yaklaştırdı. Hiç uyanmıyordu ve hiç kımıldamıyordu muhatabı nedense?…
Yorganın altına sokuldu.
Eteklerini bacaklarından sıyırdı, bacaklarını yorganın altından erkeğinin bacaklarına saracak şekilde yaklaştırdı.
Sol elini pijamasının en üsteki düğmesini açacak şekilde erkeğin göğsüne dokundurmadan yaklaştırıp parmaklarını pek hünerli biçimde kullanarak bu işi gerçekleştirdi. Yavaşça erkeğinin göğüs kıllarında gezinen parmakları Hasibe’nin içinde ölmeye yatan birkaç hissi alevlendirdi. Ürperdi, o kadar ürperdi ki, sanki bugüne kadar eli hiçbir erkeğe değmemişti.
+++
Oğlunun ağlaması, ister istemez Hasibe’yi kocasıyla sanki hiç yaşanmamış bir aşk saati yaşamaya girişmişken tüm hülyalarından uyandırdı.
Daha dudakları birbirine kenetlenmemiş, daha erkeği onun bu samimi sokuluşuna karşılık verememişti.
Hasibe, derin hülyasından uyanmıştı ve yatağında kimsenin olmadığını fark etti.
Sadece çocuk viyaklaması vardı.
Kocası yoktu.
O sanki hiç olmamıştı.
Yatak bomboştu.
Kim bilir kaç yıldır bu böyleydi, yatağı hep boştu ve kocasını o şehadet şerbetini içtiği Mayıs ayının yirmi birinde ebedi âleme uğurladığından beridir, onun hasretiyle yanıp tutuşurdu.
Hemen her gece korkarak girerdi yatak odasına, istemeye istemeye girdiği yatağından yine istemeye istemeye uyanırdı.
Bu ne kötü bir dünya idi..
Gündüzü de gecesi de bir işkenceydi.
+++
Hasibe’nin kocası Mehmet Emre o anlamsız ve bir türlü bitmek bilmeyen lânet savaşta kalleş bir pusu ile yaralanmıştı.
Fakat yaralı kaldırıldığı hastanede, doktor asteğmen ile kavga ettiği için erken terhis edip göndermişlerdi.
Üç beş yıl sürdü evliliği Hasibe’nin.
Mehmet Emre’ye gazi aylığı da bağlanmamıştı.
Mehmet Emre hangi işe başvurmuşsa hepsinden eli boş dönmüştü askerlik sonrası. Çünkü bir eli yoktu ve bir ayağı da bilekten kesikti.
+++
Hasibe, oğlu Mehmet Fatih’i Sincan’daki eski oturdukları mahalledeki komşusu Fadime teyzeye bırakacak, oradan dolmuşa yahut otobüse binip Erciyes sitesindeki Kooperatif merkezine gidecekti. Bazı günler ise Fadime teyze eğer müsaitse sabah Hasibegilin eve gelirdi. Keşke hep öyle olsaydı. Hasibe için daha kolay olurdu.
Hasibe, bir yapı kooperatifinde geçen sene iş bulmuştu.
Bir yıldır çalışan bir kadındı artık.
Hasibe, asgari ücretten bir yüz lira fazla alıyordu.
Bu yüz lira, onu sanki bir üst sınıfa taşıyor gibiydi. Belki de Hasibe’nin böyle rüyalar görmesi, kendisini ve oğlunu biraz daha iyi yaşam şartlarında farz etmesi hep bu yüzdendi.
Yüz lira fazla alıyor ve bu yüz liranın hakkını vermek için de kooperatif bürosunda bütün işleri neredeyse o yapıyordu.
Çayı demliyor, kooperatif başkanına ve yöneticilerine kahve hazırlıyor, öğlen yemeklerini yapıyordu
Elbette ki beyler işe gelmeden bütün büronun temizlenmesi gerekiyordu.
Hasibe tam dokuzda büroda olmak zorundaydı.
Patron bazen dokuzda büroda olurdu. Bazen hiç gelmezdi evet, o günler Hasibe için tatil gibiydi.
Fakat ne zaman geleceği belli olmazdı. Dokuzda da gelebilirdi, onda da, öğlen vakti de…
Hasibe istatistik tutsa çoğu zaman patronun tam onda işte olduğuna hükmedebilirdi. Kimi zaman öğlen vakti gelirler ve elbet Hasibe’den “bugün ne yiyeceğiz” diye sorarlardı. “Hasibe vakit buldu mu bulmadı mı” kimse sormazdı.
Kaç kişi olacaklarını ne bilsin Hasibe?..
Bazen iki kişi bazen beş kişi bazen sekiz kişi olurlardı.
Hasibe hemen bir çorba yapar, peşinden türlü hazırlardı.
Fakat yemek ancak ikiye doğru hazır olduğundan adamlar belli ki yönetim odasında söyleniyorlardı.
-“Bari bir kahve içelim Hasibe Hanım” diye ricası pek de düzgün bir suratla söyleniyor değildi.
Hasibe ne yapsa yaranamazdı.
Kimi zaman kooperatifin yazışma işlerini bile o yapar, başkanı gelen evraklarla ilgili o uyarırda.
Zaten evrakların klasörlerde muhafazasını da Hasibe yapardı. Neyin nerede olduğunu o bilirdi. O olmasa başkan hangi evrak nerede asla bulamazdı. Belediyeden gelen yazılar, Aski faturaları… Ruhsatlar, kooperatif üyelerinin adresleri, telefon numaraları… daha bir sürü iş…
Hasibe, her gün saat yedide kalkar, Mehmet Fatih’i binbir zorlukla yolculuğa hazırlar, Fadime Teyzeye bırakırdı.
Onun şikayetlerini dinleyecek, taleplerini alacak, sonra otobüs durağında kuyruğa girecekti.
İş bulduğuna şükrediyordu elbet.
Ama her Allahın günü işten atılma korkusu yaşıyordu.
Ya işten atılırsa..
Hasibe üst üste insan yığınını taşıyan o otobüse de binmek istemiyordu ama ne yapsın?
Tuhaf tuhaf bakan adamlar…
Gözleriyle tecavüz edenler mi dersiniz, itip duran başka kadınlar mı?…
Erciyes durağında zor bela iner, sonra karşıya geçmek için en uygun zamanı kollardı Hasibe…
Eskiden iki gidiş iki gelişti bu bulvar.
Orta yerde devasa bordür taşları da yoktu.
O zamanlar kocası sağdı ve birkaç kez inip karşıya kolayca geçmişlerdi el ele…
Hasibe, hep o el ele karşıya geçişlerini hazırlardı ne zaman Sincan otobüsünden inip Erciyes işyerlerine gitmek için karşıya geçişin en uygun zamanını kollarken.
+++
O gün Hasibe, Erciyes işyerlerinin karşısına gelen durakta inince bir türlü karşıdan karşıya geçemedi.
+++
Büyükşehir Belediyesi’nin ihaleye çıkarak yaptırdığı üst geçit çalışmıyordu.
Hasibe, nereden bilecekti ihale sonucu işi alan müteahhidin ihale bedelini artırma taleplerine karşı çıktığı için yaptığı üst geçidin devreye sokulmayıp mühürlendiğini?
Ne zaman bu durakta inse, az ötedeki üst geçitten niçin geçilmediğini sorgulardı Hasibe, bütün diğer yolcular gibi; ama kapıdaki mühür, belki de üst geçidin insan sağlığı için bir tehlike oluşturduğu için konulduğu anlamına geliyor olabilirdi. Olabilirdi ne demek, elbette ki böyle bir mühür ancak bu amaçla konulmalıydı, başkaca bir amaçla konulması için insanların aklını yitirmiş olması icap etmiyor muydu?
Başka bir amaçla geçidin mühürlenmesi, yapılmış olan üst geçidin kullanılmıyor olması, ancak geri kalmış bir ülkede mümkündü. Öyle şey mi olur, geri kalmış olmak, hukuk ve insanlık kavramlarından uzak düşmeyi niçin gerekli kılsın ki?
Böyle bir ülkede savcıların, hâkimlerin adalet kavramından uzaklaşmış bulunması, müddeinin şehremininin emrinde kapıkulu olması icap ederdi.
Hasibe, bütün bunları nereden bilecekti?
Seçimlerde oyunu bu üst geçidi mühürleten belediye reisine vermişti Hasibe.
Başkalarının arabaları için yolun genişletilmiş olmasından da rahatsız olmamıştı hiç.
Asla bir aracı olmayacak ve asla bu yolda araba kullanmayacaktı.
Ama herkes gibi yolun genişlemesi belki onda da kalkınma hamlelerinden biri olarak gurur verici bir şey gibi algılanıyordu.
Yol genişlemişti, araçlar artık vızır vızır ilerliyorlardı, ama Hasibe için hayat daha zorlaşmıştı.
İşte tam on dakika olmuştu ve bir türlü yol boşalmıyordu.
Bugün yetişememişti yolun daha sakin olduğu o sabah sekiz öncesi trafiğe…
Maalesef saat sekizi geçmişti.
Ne vardı oğlunun çişi gelmeseydi, ne vardı birkaç dakika erken gelseydi otobüs, şu lânet durağa…
Hasibe, on dakikadır bekliyordu işte.
Etrafına bakında iki kadın daha vardı, kendisi gibi karşıya geçmek için bekleyen kalabalığın arasında.
Erkeklerin genç olanları, trafik birkaç saniyelik ara verende hemen yola atlayıp üç şeridi sürat koşucusu gibi geçip kendilerini ortadaki refüje atıyorlardı.
Hasibe onlar gibi yapabilir miydi?
Delikanlılar koşarak refüje varıyorlar, neredeyse kalçalarına erişen yüksek bordürlere tutunarak bir yüksek atlamacı gibi ortadaki çiçekliğe devriliyorlardı.
Sonra diğer yolu, İstanbul yönündeki üç şeritli yolu gözlüyorlardı. Orası kolaydı, çünkü sabah o tarafa doğru akım bu taraftaki kadar çok değildi.
Hem koşarak sarılacakları yüksek bordür yoktu o tarafın hedefinde artık.
Hasibe, bu eteklerle kesinlikle o yüksek bordürleri onlar gibi aşamazdı. Eteği fazla açılmasın diye dizlerinin çok altındaydı. Yine de açılır ve bacakları kötü niyetlilerin seyir malzemesi olacak diye telaşlanırdı. O yüzden koyu bir tayt geçirirdi hep çorabının üstüne, rahatsızlık verse de akşama kadar işyerinde…
Hasibe’nin gözü yandaki kadınlara takıldı.
Ne kadar da güzel gözleri vardı birisinin!.
Türkan Şoray gibi…
Evet, Türkan Şoray gibi iri kara gözler… iri kirpikler…
Kesinlikle şu anda Türkiye’deki televizyonlarda seyredilen bütün dizilerdeki kadınlardan daha güzeldi bu kadın.
 Hasibe, kadının başörtüsünün altındaki saçları da merak etti. Muhtemelen koyu siyah saçlardı bunlar.
Kadına doğru yaklaştı. Evet, başörtüsünün hemen altından alnına doğru o saçların devamı olan tüyleri fark etti. O kadar sık saçları olmalıydı ki, bu tüyler onun işaretiydi. Nitekim yanındaki diğer kadınla konuşurken başörtüsünü düzeltip kenardan açığa çıkma hamlesindeki bir tutam saçını içeri saklamak için hamle yapıp başörtüsünü yeniden bağladığında gördü Hasibe, kadının o gür, koyu siyah, mükemmel saçlarını…
Evet, evet; bu kadın, bütün dizilerdeki kadınlardan daha güzeldi.
Kadının bedenini süzdü sonra Hasibe. Mükemmel hatları vardı. O göğüsler, bu kıyafet yerine başkaca bir elbise giyse ortaya çıkacak olan beli, kalçaları kadınlığını daha bir öne çıkaracaktı.
Kadın elbisesinin altına bol paçalı bir pantolon geçirmişti.
Belli ki bu kadın da kendisi gibi temizlikçiydi işte.
Kim bilir bu dünya güzeli kadın, kimsenin fark edemediği bu güzellik, talihi olsaydı eğer; İstanbul’da hangi yalının hanımefendisi olurdu? Kaç hizmetçi kendisine hizmet eder; bu güzellik, kaç hovardanın başını gece kulüplerinde döndürür, kaç cömert sermayedarın servetini yitirmesine vesile olurdu?
İşte gülüyor ve dişlerinin de bir at kadar sağlam bembeyaz olduğunu ispatlıyor. Hiçbir eksiklik yoktur bu tanrıçada; ya konuşması nasıl?
Hasibe, âşık namzedi bir erkek gibi sokuldu kadınların yanına.
-Abla artık dayanamıyorum, polise de gidemiyom. Boşandım ama bir türlü kurtulamıyorum vallahi!

-Evliyken ilk sene iyi geçti. Sonra hemen her gece dövdü beni. Dışarı çıkarmadı, annemgile bile gidemedim. Bakkala gitsem olay etti.
Hikâye belli ki uzundu…
Trafik de bir türlü rahatlamıyor, arabalar daha yakından birbirlerini takip ediyorlardı.
İmkânı yok şu sıra karşıya erkekler bile geçemezdi.
Araçlar hem yakından takip ediyorlardı birbirlerini hem de süratleri muhtemelen yüzün çok çok üstündeydi.
‘82’ işaretini, niye AOÇ kavşağından sonraya bırakmışlardı ki?
Zaten orada mecburen yol daraldığından araçlar hız kesiyorlardı. Süratli gidemezlerdi ki…
Türkan Şoray gibi kadın yanındakine anlatıyordu:
-Sana kalçamdaki izi göstersem, karnımdaki bıçak yarasını göstersem hak verirsin.
Hangi ayı böyle bir güzelliğe kıyabilirdi ki?
Nasıl bir magandaydı o herif?
Bu kadının hayatını merak etti Hasibe…
+++
Hülya, Sincan Lisesinde okuyan üç kız arkadaştan biriydi.
Kızların üçü de güzeldi ama Hülya bir başka güzeldi. Simsiyah gür saçları dalga dalgaydı. Okul önlüğü bir genç kıza ancak onda dünyanın en güzel kıyafeti olurdu.
Diğer iki kız da güzeldi ama Hülya’nın yanında sanki onun nedimeleri gibiydiler. Birisi kısa olduğu için çok kısa görünürdü ve çok gür olmayan kumral saçları, yüzünü de küçültür ifadesiz kılardı.
Diğeri daha uzundu ama onun da kıvırcık saçları kafasını göründüğünden daha kocaman yapıyor, kalın bacakları Hülya’nın o güzel bacaklarını daha dikkat çekici kılmaya yarıyordu ancak.
Yine de üç genç kız bütün bir lise hayatı boyunca arkadaşlıklarını sürdürdüler.
İşte Hülya’nın bu güzelliği, onun tahsil hayatının pek kısa sürmesine sebep oldu ve ondan sonraki hayatını mahvetti.
+++
Okulu bitirir bitirmez istediler kızı…
Gerçi Hülya da güzelliği ile tahsilin mukayesesinde birinciden yana tercih kullandı neye mal olduğunu bilmeden.
Lisede okurken bu üç kız da derslerine fazla asılmazlardı ama Hülya diğerlerine oranla daha kolay geçerdi sınıfları… Sözlüde pek zorlanmazdı mesela…
Yüksek okulu, herhangi bir fakülteyi okuyabilir miydi bilinmez ama zaten üniversite seçme sınavlarına da doğru dürüst çalışmadı.
Ailesi fakirdi, üç kız kardeşi ve bir ağabeyi vardı.
Ağabey tam sokak serserisiydi. Aynı liseyi bitirmişti ama bitirdikten sonra haylazlığa vurdu işi… Kendini mafya sanan adamların yanına takıldı. İçip içip geliyor ve kardeşlerine de anne ve babasına da zulmediyordu.
Kardeşleri ağabeylerinin dayaklarına alışmışlardı, tek tek sorsalar ağabeyleri asla onları dövmemiştir de…
Evdeki bağırtı gürültü sonunda tatlıya bağlanır, bir günden daha uzun sürmezdi küslükler.
Bir ara dolmuşçuluk da yaptı Barış…
Bir avukatın icra işlerine giderken yanında şoförlük ve arkadaşlık kılığında korumalık da…
Sonra o avukatın bir icraya tabi vatandaştan alacağının üstüne yatmakla o işinden de oldu.
Ona sorsanız, o yirmi bin lira, Barış’ın alın teriydi. Avukat ne yazık ki, arkadaşlığının kıymetini bilmemişti.
En sonunda Barış, bir süpermarketin kamyonetinde iş buldu. Bir arkadaşı gündüz çalışıyordu, gece için kamyonetin boş durmaması lazımdı ve gece vardiyası için Barış’ı tuttular. Barış gece fazla iş olmadığı için rahattı. Saat sekizde bir taşıma vardı. Bir de gece on bir sularında arızalı, özürlü mallar mağazanın arka kapısından Törekent’in karşısındaki Sanayi Sitesindeki depoya götürülürdü.
Sabaha karşı da hazırlıklı olması icap ederdi nadir olsa da…
Hem arabanın içinde uyuklar hem de mağazaya bir nevi bekçilik ederdi.
Arkadaşı ile zaman zaman patronun Bağlıca’daki bahçeli evinden de öteberi getirip götürürlerdi.
Fidanlar, gübre, toprak, atılacak mobilya, ıvır zıvır için…
Arkadaşı tam bir patron yalakası idi. Barış onun gibi olmak istiyor ama bir türlü beceremiyordu. Ne söz söylese patronu tekrar ettiriyor, Barış’ın da insicamı kayboluyor, dili dolaşıyor; tekrarı daha kötü telaffuz ediyordu.
Fakat Barış’ın bu iticiliği kardeşi Hülya yüzünden son buldu. Hülya’yı patronun oğlunun görmesiyle…
Süpermarketin sahibi Ali Bey’in oğlu Kenan’ın, evlerinden atılacak bir çekyatın Barışgilin evine taşınması ve Barış’ın hiç bilmeden kız kardeşine o çekyatı göstermesi sırasında dünya güzeli Hülya’yı görüp çarpılması ile herkesin hayatında büyük değişiklikler oldu.
Hülya liseyi bitirmişti ve herhangi bir üniversiteyi tutturamamıştı. Aile, kızı herhangi bir dersaneye yazdıramamıştı. Arkadaşlarından kalan test kitaplarını kendi kendine çalışması neredeyse imkânsızdı. Hülya, çalışır gibi yaptı ve ikinci yıl da doğru dürüst bir yer kazanamadı. Uzak şehirlerdeki üniversitelere Hülya’yı göndermeye de kıyamazlardı.
Hülya, işte böyle ev kızı olmaya namzet iken talihi açılmıştı güya.
Kenan, kıza tutulmuş ve bir takım bahanelerle Barışgilin evine gelir gider olmuştu.
Barış, patron yalakası arkadaşı Remzi ve Kenan zaman zaman Ankara’daki gazinolara içmeye de gittiler.
Kenan’ı gerçekten kendisine arkadaş sanmıştı Barış.
Gel zaman git zaman bu tutku aşka dönüştü.
Hülya gizli kapaklı Kenan’la buluşur oldu.
Kenan’la mağazanın ofisinde öpüşmeye de başladı. Fakat Kenan ileri gitmek istedikçe mutlaka bir engel çıkardı kendiliğinden.
Bu engellerin belki de Hülya’nın kendisini koruma arzusu ile bir ilgisi yoktu. Tamamen tesadüftü ve Hülya da ister istemez bundan yararlandı, tam anlamıyla kendisini koyvermedi, veremedi…. Hem Kenan’ın acemilikleri de, onda cinsel arzuyu sonuna kadar götürmesine engel oluyordu. Hülya’nın nazarında Kenan’ın ilgisi gerçekten bir boşluktan ibaretti.
Bir boşluk.. Üniversiteyi kazanamayan bir genç kızın boşluğu. Hayatın varoluş problemi… Bundan sonra büyük bir emek, çaba ve sonunda muğlâk bir gelecekten ibaretti okumak arzusu… Yani hiçbir şey ifade etmiyordu bir genç kız için.
 Fakat Kenan zengindi ve belli ki iyi bir hayat vaat ediyordu daha şimdiden. Belki küçük zevklerinin tatmini için bir küçük araç olarak kalacaktı Hülya… Eğer tamamiyle kendini oğlana teslim ederse…
Bunu zaman zaman düşünmedi değil. Lisedeki arkadaşları Nermin ile Süheyla üniversite okudukları için artık eskisi kadar sıklıkla Hülya ile buluşamıyorlardı. Nermin, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne gidiyor, Süheyla ise Atılım Üniversitesinde Hukuk okuyordu, yarı burslu…
Hiç zamanları yoktu. Ama her iki üniversiteli kız, zaman zaman okullarındaki oğlanlara hava atmak adına Hülya’yı hatırlıyorlar ve Hülya’yı bir takım etkinliklere çağırıyorlardı.
Hülya birçok fakültelinin yüreğini hoplatıyordu şüphesiz. Ama Hülya, bu çulsuz gençlerin hiçbirine yüz vermedi.
Kenan ile Hülya sonunda evlendiler.
Görkemli bir düğün yapıldı Eryaman’da…
En büyük salonda, en zengin sofrayla…
Pasta tam dokuz katlıydı.
Hülya ile Kenan salona yukardan gökten iniyor gibi şeffaf bir asansörle indiler.
Salon alkıştan kırılıyordu.
Hülya en mutlu günündeydi. Koca koca adamlar elini sıkıyorlardı.
Gelinlik çok pahalı bir gelinlikti. Takılar, kolda taşınamayacak kadar çok bilezik ve üstte tutulamayacak kadar çok çeyrek, yarım, tam altındı.
Damat ile gelin otururken şatafatlı düğün masasında önlerinde duran sandığa ister istemez Hülya’nın gözleri takılıyordu. Bu kadar çok altını hayatında hiç şimdiki gibi bir arada görmemişti. Birçok düğüne katılmıştı ama hiç bu kadar çok altın takı görmemişti.
Hülya kendisiyle gurur duydu…
İlk aylar cicim aylarıydı tabii…
Fakat sonra zehir oldu Hülya’nın hayatı…
Kıskanan koca, evlilik öncesi kaçamaklarını düşünüyor ve Hülya’nın hafif meşrep olduğunu sanıyordu. Kendisine gösterdiği yakınlığı ya başkalarına da gösteriyor, ya başka yakışıklıların dudaklarına değdiriyor, kalçasını mıncıklatıyorsa….
Bu vehim Kenan’ı çileden çıkarıyordu.
Zaten ailesi o kadar mutaassıp idiler ki, ailede bulunan bütün kadınlar Hülya’nın güzelliğini kıskanıyorlar, olur olmaz yerde ahlak dersleri veriyorlardı.
Hülya ne yapsın, içinden geçirdiği “üf” ve “of”ları zaman zaman dışa vuruyordu.
Hele Kenan’ın bir teyzesi vardı, düşman başına… Aile içinde Hülya’yı çekiştirip duruyor, başını ne zaman örteceğine dair sorularla herkesi sıkıştırıyordu.
Hülya sonunda başını da örttü…
O güzel siyah saçlarını kimsenin görmesini istemeyenler bununla yetinmediler.
Hülya öyle bir cendereye sıkıştırıldı ki; o imrenilen bahçeli konak, ona zindan oldu.
Bahçeye bile çıksa mutlaka ev ahalisinden birisi yanında biter ve içeri girmek için türlü bahaneler uydururlardı.
Hülya cilveleriyle Kenan’ı büyük aile yaşantısından ayırmayı bildi sonunda…
Kaynanasının yanından ayrıldılar. Batıkent’te bir villaya taşındılar.
Evdeki hizmetçi bir yoldaş gibi davranıyordu. Hülya da o kadına zaman zaman içini döküyordu. Gençliğini filan anlatıyordu.
Kenan’ın vehimleri daha da arttı.
Zira o kadın bir ajan gibi ne olup bittiyse ve Hülya ne anlattığıysa Kenan’a aktarıyordu.
Hülya ne zaman Batıkent’teki çarşıları dolaşmaya çıksa kesinlikle akşama büyük bir dayak vardı.
Hülya bile kendi kendinden şüphe eder oldu.
Acaba o AVM’lerin herhangi bir yerinde, mesela yürüyen merdivenlerinde kırıtmış olabilir miydi?
Asansörde başka bir erkeğin gözleriyle bakışlarını buluşturmuş olabilir miydi?
İlk başlarda dayakların gelip geçici vehimler olduğunu düşündü. İlerde nasılsa kocası, bütün bunların lüzumsuz olduğunu anlar ve hatasından döner diye bekledi.
Ama beklediği gibi olmadı.
Hülya’ya hayat zindan oldu.
En sonunda karakolluk olduklarında ağabeyi işe karıştı ve patronuna vurunca ipler gerildi. Ağabey işten atıldı ve Hülya da boşanmak için müracaat etti.
Asıl zulüm ondan sonra başladı. Hem ağabeyi hem Hülya birkaç kez bilmedikleri adamlar tarafından öldüresiye dövüldüler.
Zaman zaman Kenan, bir tek Hülya’nın verdiği cinsel hazzı hiçbir kadında bulamadığı için eski karısıyla tekrar barışmak ve yeniden yuvayı kurtarmak için girişimlerde bulunmadı değil. O teyzeler ve halalar, o vakitlerde ne kadar da melek kesiliverirlerdi bir görseniz.
Hülya bu yeni Kenan’a tekrar inandı. Teyzelerin, halaların iltifatları onu kandırdı.
Kenan söz vermişti: “bir daha el kaldırırsa elleri kırılsındı”.
‘O hizmetçiyi, o arabozucu lânet olası kadını’ da işten atmıştı Kenan.
Hülya’nın istediği olacaktı, evde hizmetçi filan olmayacak, evi Hülya çekip çevirecekti. Ağabeyine de kendi şirketlerinde olmasa da tanıdıkları başka bir mağazada iş vereceklerdi.
Ağabeyinin içki içip s

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!